Tahsin Yücel’le Bir Sabah Görüşmesi
Bu yazı Hürriyet Gösteri dergisinin Temmuz-Ağustos-Eylül 2019 tarihli 328. sayısında yayımlanmıştır.Tahsin Yücel’le ilk kez 1953-54 ders yılında karşılaştım. Galatasaray’ı yeni bitirmişti ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. “Aşağı Mektep”in ((Şu anda Galatasaray Üniversitesi’nin bulunduğu, Ortaköy’deki Feriye Sarayları’ndan birincisinde, İbrahim Tevfik Efendi sarayında 1930’lardan 1967’ye kadar Galatasaray İlkokulu bulunurdu. Galatasaray öğrencileri bu okula “Aşağı Mektep” Beyoğlu’ndaki Lise’ye de “Yukarı Mektep” derlerdi.)) derslikler katında, güney sofasının deniz tarafında yerleşik 4. sınıf öğrencileri onu ders yılının hemen başlarında, etüt saatlerinde gözetmenlik yaparken tanıdılar. O sıralarda Yaşar Nabi Nayır’ın yönettiği Varlık Yayınları arasında çevirileri yayımlanmaya başlamıştı. İlk öykü kitabı Uçan Daireler de o yıl yayımlanmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla, sınıfta düzenin sağlanması konusunda çok bir çaba harcamasına gerek kalmaksızın, kalın camlı gözlükleriyle, yaklaşık otuz santimlik bir seki üzerine konulmuş kürsüye yerleşir ve çalışırdı. Daha o zamandan yazar ve çevirmen niteliğiyle Galatasaray İlkokulu öğrencilerinin gözünde ayrı bir yeri vardı. Sadece dördüncü sınıf öğrencilerince değil de bütün “Küçük Galatasaray” ahalisi tarafından tanınması, mektepte bir Cuma akşamı yemekten sonra, Alphonse Daudet’nin Değirmenimden Mektuplar adlı eserinden esinlenmiş bir sinema filminin gösteriminden önce, “Mösyö Seguin’in Keçisi” adlı parçayı okumasıyla gerçekleşti. Öykünün son cümlesi, o tarihlerde henüz belirgin Elbistan şivesiyle söylenmiş biçimiyle hepimizin beyninde yeretmişti: “Mösyö Seguin’in keçisini sabaha karşı kurt yedi.” * * * Tahsin Yücel’le daha sonra lise yıllarımda da bir iki kez çeşitli nedenlerle karşılaştık. Ama iki yetişkin olarak karşılaşmamız Paris’te gerçekleşti. Altmışlı yılların ortalarındaydık. Ben Sorbonne’da lisans programının sonlarına yaklaşmıştım. O da araştırma amacıyla bir süreliğine oraya gelmişti. Yapısalcılık yıllarıydı ve Claude Lévi-Strauss, Collège de France’ın en rağbet edilen profesörlerinden biriydi. Tahsin Yücel onun konferanslarını sektirmeden izliyordu. Quartier Latin’in kahvelerinde, arada sırada buluştuğumuzda bu konular gündeme gelirdi. Konulara egemenliği ve usa vurmadaki tutarlılığı etkileyiciydi. Birkaç yıl sonra bu kez Edebiyat Fakültesi’nde buluştuk. Fakültedeki odasında -yoksa Fransız Filolojisi bölümünün koridorunda mıydı?- kısa sayılabilecek bir konuşmada, Hüzünlü Dönenceler gündeme geldi. Ben, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde sosyoloji asistanıydım. İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Kürsüsünün başkanı Prof. Nurettin Şazi Kösemihal’in yönetiminde doktora tezimi yazıyordum. O da Fransız Filolojisinde sanırım doçentti. Yapısalcılıkla yakından ilgisi daha da derinleşerek sürüyordu. Karşılaştığımızda, konu Lévi-Strauss’a geldi. Yazarın Tristes Tropiques adlı eserini beş-altı yıl önce okumuş ve etkilenmiştim. Erzurum’da bu kitabı çevirmeye başlamıştım. Ve yaptığım programa göre kırk başlık, kırk haftada bitecekti. Ne deneyimsizlik… (O tarihten yirmi yıl kadar sonra, 1991 yılında çeviriye tekrar başlamaya karar verdikten sonra, bitirmem -özellikle 92 ve 93 yaz aylarının hemen tamamını sadece bu işe ayırmama ve bilgisayara rağmen- üç yıl sürmüştür.) Bu girişimimden sözedince yüreklendirici sözler söylediydi. * * * İstanbul’a gitmezden önce Ankara’dan telefonla Tahsin Yücel’i aramış, kendisini ziyaret etmek istediğimi, çarşamba veya perşembe sabahı üniversitede olup olmayacağını sormuştum. İlkin perşembe sabahı üniversiteye gel dedi, sonra vazgeçti; aldığı bir daveti anımsayarak, «çarşamba sabahı buluşmak sanırım daha iyi olacak!» dedi. Bir süre neresi olsun diye kafa yorduk. Sonunda Taksim’deki “Café Marmara”yı o önerdi. Saat 10.15 için sözleştik. O sabah otelden erken çıktım. Konferans Tercümanları Derneği’nin başına musallat edilen bir dava için, Beyoğlu Adliyesi’ne gitmem gerekiyordu. Orada işimi çabuk bitirdim. Tam vaktinde Marmara Kahvesi’ndeydim. Anlaşılan henüz erken bir saatti, pek kimseler yoktu. Tahsin Yücel’in gelip gelmediğini görmek için salonu şöyle bir dolaştım. Sağ tarafta, iki kadın kahve içip pastalarını yiyor ve yabancı dille konuşuyordu. Ortada, pastaların sergilendiği ve sanırım dışarıya satış da yapılan bölümün arka tarafında, diplerde, konsol piyanonun dayandığı sütunun sağ yanındaki bir masada ünlü bir tiyatro oyuncusu (Rutkay Aziz), kahvaltısını yaparken gazetesini okuyordu. Pencere kenarında bir masaya oturdum. Mavi desenli, krem rengi fayanslarla kaplı masaların kenarları ahşap, ayakları ferforje idi. Hasır örgülü hintkamışından iskemleler ve eski tarzda ayaklı ahşap palto asacakları -Thonet taklidi mi?- özentisiz ve fazla özelliği de olmayan, bir dekor oluşturuyordu. Bir bira ısmarlayıp, öğleden sonraki TV programında söyleyeceklerimi tasarlamak için dosyalarımı açtım. Bir yandan da biranın yanında getirilen kuru yemişleri, bunlar arasından kabuğu soyulmuş Şam fıstıklarını özellikle seçerek, yutuyordum. Biraz sonra bir an için başımı kaldırdığımda, oturduğum masanın sadece iki metre kadar uzağında, Tahsin Yücel’in, etrafına bakınmakta olduğunu farkettim. Beni galiba tanımamıştı; bunun nedeni herhalde sadece, bir on beş ya da yirmi yıldır görüşmüyor olmamız değildi. Ben onu, bu süre içinde basında resimlerini görmemiş olsam bile tanıyabilirdim. Çünkü bu on beş-yirmi yıl, onun 40-60 yaşlarına, benimse 30-50 yaşlarıma rastlamıştı. Ayağa kalkıp ona doğru ilerleyince tanıdı. -“Abi, selâm.” -“Ooo, Ömer’cim!” Sarıldık; pardösüsünü yandaki iskemleye koyup oturdu. Hizmet eden kıza bir kapuçino ısmarladı. * * * Önümdeki kâğıtları topladım. Birkaç cümle konuştuktan sonra, daha fazla sabredemeyip, yandaki iskemleye koyduğum çantama davrandım; birkaç ay önce bitirdiğim çevirinin kapak geçirilmiş bilgisayar çıktısını uzattım: “Hüzünlü Dönenceler“/ Claude Lévi-Strauss/ Fransız Akademisi Üyesi/ Çeviren Ömer Bozkurt/ Ankara 1994. İlkokuldayken bana bir çevirisini armağan etmişti. Dolaysısıyla bir anlamda -kırk yıl sonra- borç ödüyordum. Şimdi demek ki bir de, doktora yıllarımdaki görüşmemizde sözünü ettiğim girişimimin sonuçlandığını kanıtlıyordum. Övünçle verdim kitabı. (Henüz basılı değildi, verdiğim, bilgisayar çıktısından çoğaltılmış ve kapak geçirilmiş nüshaydı.) -“Zor bir iş yaptın!” dedi. Masanın üzerinde duran çoğaltmayı, masadan kaldırmadan, sağ kenarından sol eliyle tutup, yapraklarını teker teker başparmağından düşürmeye başladı; bir sayfada durdu: -“İşte, neden ait?” diye soruverdi. Yüzüne baktım. Konuşmasını sürdürdü. -“İlk kitaplarımdan birini yayınlamıştım.” – “Haney Yaşamalı mı?” -“Hayır, o değil; Uçan Daireler. Nurullah Ataç’ın dikkatini çekmiş, bir gün karşılaştık. Övücü sözler söyledi. Sonra “Tahsin bey, bu ‘dair’ sözcüğünü niye kullanırsınız kuzum?” diye sordu. Şuna dair, buna dair; ait de işte böyle, gereksiz bir sözcük!” Kitabın hangi sayfasında hangi cümlede kullandığım “ait”e takıldığını sormadım, bilemiyorum. Haklı olabilirdi. Ait demek yerine sözcüğün genitifi kullanılabilir şüphesiz. Hüzünlü Dönenceler‘i çevirmeye ikinci kez yeniden başladığımda, yayınevine gönderdiğim deneme sayfalarının küçük bir bölümünü okumuş, doyurucu bulmamış ve eleştirmişti. O nedenle çeviri Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar dizisinde yayımlanması öngörülmüşken, Cogito dizisinde yayımlandıydı. Sanıyorum ki “çevirmenliğime” güveni pek yoktu. Tartışmak yerine, benzer bir anımı kendisine anlatmayı yeğledim: 1962-63 ders yılında Galatasaray Lisesi’nin “Neşriyat Kolu” sorumluları, işte, Akın Akbaygil, Turhan Ilgaz, İbrahim Hızalan ve ben, Özdemir Asaf’ın Molla Fenari Sokağı’nda 34 numaralı binanın, birkaç basamakla inilen bodrumuna yerleşmiş Güzel Sanatlar Matbaasına gittiydik. Koltuğumuzun altında Galatasaray Dergisi’nin yazıları ve fotoğrafları. Özdemir Asaf: -“Gelin çocuklar, geçin şöyle, bakalım yazılarınıza diyerek bizi karşıladıydı.” Elinde bir kırmızı kalem, ilk yazıyı şöyle bir okuduktan sonra bize, “olan” sözcüğünün (“gelmiş olan”, “almış olan”, “yapmış olan”) gereksizliğini, yazılarda neden elden geldiğince kaçınılması gerektiğini anlattıydı. Sanıyorum ki yıllar sonra, Türkçenin kimilerince barbarca kullanımından, o arada trafik polislerinin, “dönüş yapmayınız”, “duraklama yapmayınız” “bekleme yapmak yasaktır” demelerinden duyduğum rahatsızlığın kökeninde, Özdemir Asaf’ın işte bu uyarısı vardır. Fakat sonra yeniden o konuya dönüp kendimi -gereksiz yere- savunma ihtiyacı duydum ve aslında bütün gerçeği yansıtmayan, düşünmediğim bir şey söyledim: -“Ben dedim, önceliği kitabın muhtevasına ve yanlışlardan ve eksiklerden kaçınmaya, onu doğru çevirmeye odaklandım. Önemli olan doğru çevirmekti.” Üstü kapalı olarak biçemi ikinci plâna attığımı ifade etmiştim. Bu savunmayla ciddi bir açmaza düştüğümü anlamak için çok beklemek gerekmedi. Tahsin Yücel şöyle bir durdu, başını sağa çevirip pencereden dışarıya baktı ve dışarıya bakmaya devam ederek -“Ben de pek yanlış çevirdiğimi sanmıyorum!” dedi, sükûnetle. Acele cevapların açmazına bu ilk düşüşüm değildi. Sonra biraz çeviriden konuştuk; biraz Galatasaray’dan, biraz üniversiteden, biraz Galatasaray Üniversitesi’nden; üniversite koşullarından. -“İstanbul Üniversitesi’nde biz, öğrencilerin sınav kâğıtlarını cebimizden para vererek alıyoruz; sen bunu biliyor musun?” Üniversitedeki odasının yıllardan beri, daha doğrusu odasının eski sahibinin dekan seçildiği tarihten beri, badana yüzü görmediğini söyledi. -“Niye siz kendiniz yaptırmıyorsunuz?” -“Sonra oraya kazık çakacağımı düşünürler.” Saat 11.30’a doğru kalktık; önce otele, oradan da Ortaköy’deki TRT tesislerine gidecektim. Biz kalkarken ressam Komet, Marmara Kahvesi’ne giriyordu. Tahsin Yücel’le karşılıklı saygı ve alçakgönüllülükle selâmlaştılar. Tahsin Yücel bizi tanıştırdı: -“Ünlü ressamımız Komet.” -“Çok memnun oldum, sizi zaten ismen tanıyordum…” -“Profesör Ömer Bey, Ankara’dan.” Ayaküstü bu tanıştırmadan sonra Komet, Tahsin Yücel’e dönüp -“Son kitabınızı okudum, çok beğendim, kutlarım” dedi. Hangi kitabından sözettiğini anlamadım. Galiba Tahsin Yücel de anlamadı. Çünkü sanırım ki “son kitabı” birden çoktu. O sıralarda çok sık yayınlar yapıyordu. Tevazu içinde, teşekkür eder mahiyette, bir gülümsemeye eşlik eden bir ses çıkardı. Gülümsemeler içinde, selâmlaşarak ayrıldık. * * * Dışarıda hırçın bir rüzgârın daha da şiddetlendirdiği ısırıcı bir ayaz vardı. Ayrıca Taksim meydanının o kaldırımı zaten fena eser. Kaldırımda kısa bir süre durduk. Kitabımı kolunun altına sıkıştırdı. El sıkışırken -“Bak dedi, yıllardan sonra şimdi, benim Yaban Düşünce çevirisinin yeni baskısı yapılıyor; içinde bir yığın yanlış vardı, düzelttim.” Anlayıp anlamadığımı görmek ister gibi baktı. Birbirimize sarılıp ayrıldık. Yazdığım, çevirdiğim birçok şeyi, yıllardır, yeniden yayımlanacak olmasa bile –ya da yayıncı kuruluş yeni basımı için, bana düzeltme olup olmadığını sormasa bile– düzeltip dururum. Hüzünlü Dönenceler bunların başında gelir. Ankara, 1994-2019 |