İzlanda Yolcusu

izlanda_yolcusuİzlanda Yolcusu, Ataköy Marina Yat Kulübü, İstanbul 2007, 120 s.

ÖNSÖZ : ŞİLEPLER ŞAİRLER YOLCULAR

1933 yılının 25 Haziran günü coğrafya profesörü Faik Sabri Bey, İngiltere’ye gitmek üzere, Telamon adında bir şileple İstanbul’dan ayrılır. Bir Felemenk şirketine ait 3758 grostonluk Telamon, saatte 10–11 deniz mili hız yapabilen henüz beş yaşında bir gemidir. İzmir’e, Pire’ye, Girit’e, Kalamata’ya, Patras’a ve Ege Denizi’nde daha başka yerlere uğradıktan sonra Atlantik’e çıkarlar. Lizbon’a uğrar, Manş Denizi’nde bastıran yoğun sis altında tehlikeli bir seyir sırasında, “kaptanın yol keserek cankurtaran sandallarının hazırlanması emrini verdiği (…) korku içinde geçen bir gün”ün ardından yolculuğun otuzuncu gününde Amsterdam’a varırlar. Orada dört gün geçirdikten sonra, Den Haag’ın (Lahey) güneyindeki Hoek van Holland limanından, bu kez “iki bacalı bir vapur ile (…) kuvvetli bir şimal-i garbî rüzgârı” altında çıkarak, İngiltere’nin Harwich limanına ulaşacaklardır. (( İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk. Gezen ve yazan Faik Sabri [Duran]. Akşam Kütüphanesi Neşriyatı 25, Akşam Kitaphanesi (aynen), İstanbul 1934. 272 s. Bu güzel kitaptan bazı bölümler 1997 yılında Sanat Dünyamız Dergisinin “Yolculuk” özel sayısında (Yıl 22, Sayı 66, s. 107–114) yeniden yayımlanmıştır. Ne yazık ki bu yeniden yayım hayli özensizdir. Seçilen bölümler arasındaki bağlantılar belirtilmediğinden okur yönünü biraz kaybeder; daha da önemlisi, içinden seçmeler yapılan kitabın künyesi bile verilmemiştir.))

Daha sonraları bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni olarak ünlenecek Şirin Devrim, 1945 yılının Şubat ayında, İstanbul’dan New York’a doğru bir şileple yola çıkar. Adını yazmayı ihmal ettiği, muhtemelen hatırlamadığı bu şilep, II. Dünya Savaşı yıllarında Birleşik Devletler’de, savaşta kaybedilen taşıma yeteneğini yeniden kazanmak ve artan gereksinimi karşılamak üzere dizi halinde çok sayıda inşa edilen, Liberty tipinde, yaklaşık 7000 grostonluk şileplerden biridir. Geminin kıç kasara güvertesinde savaş koşulları nedeniyle yerleştirilen bir top, hâlâ, namlusu pupaya dönük durmaktadır. Kendisine verilen kamara da zaten savaşta topçuların kaldığı kamaradır. Gemide sekiz yolcu vardır. Bizzat kaptan, aceleyle inşa edilmiş bu gemilere güvenilmeyeceğini, birçoğunun ortadan ikiye bölünerek battığını söyler ve Şirin Devrim’e can yeleğini sırtından hiç çıkarmamasını öğütler. Akdeniz’de büyük bir fırtınanın ardından, gemiye binişlerinden iki hafta sonra Cezayir’in Oran kentine varırlar. Ardından iki hafta kadar da Atlantik’te seyirden sonra otuz-ikinci günde New York limanına girerler. ((Şirin Devrim, Şirin, 4. baskı, Doğan Kitap, İstanbul 2003. s. 53-59))

Ne yazık ki şimdilerde şileple yolculuk, bundan altmış, yetmiş yıl öncekiler kadar uzun sürmüyor ve heyecanlı olmuyor. Benim bu kitapta anlatacağım yolculuk sadece altı gün sürdü.

Yolculukların kısalmasının bir nedeni, kuşkusuz, günümüzde gemilerin çok daha yollu olmasıdır; bir başkası, yukardaki örneklere benzeyen ve nereden yük alınacak ya da nereye yük boşaltılacaksa oraya uğrayan tramp gemilerinin iyice azalması ve buna karşılık belirli hatlarda düzenli yük gemisi seferlerinin yaygınlaşmasıdır. Hattâ kutuyük gemileri arasında bir tür işbölümü de gelişmiştir. Yüksek kapasiteli hızlı gemiler “trunk line” denilen ana hatlarda, sadece büyük limanlara uğrayarak, büyük miktarda yükü hızla taşırken, daha düşük kapasiteli ama işletme maliyeti de daha düşük gemiler, “aktarmacılar” (feeder), yükü o limanlardan görece ikincil limanlara ya da ikincil limanlardan büyük limanlara aktarmaktadırlar. Ama asıl neden bu ikisi de değildir. Asıl neden yük taşıma yöntemindeki değişmedir. Önceden doldurulmuş ve rıhtıma istiflenmiş çelik kutular içinde yük taşıma, gemilerin boşaltma-yükleme sürelerini, dolayısıyla limanda kalış sürelerini çok kısaltmıştır. Bu değişmeyle birlikte limanlarda evvelce büyük ölçüde kol gücüne ihtiyaç duyuran elleçleme süreci ileri derecede mekanikleşmiş, liman işçisi sayısı azalmış ve o arada “rıhtımlar üstünde” yaşam da eskisinden hayli farklılaşmıştır. Ama şileple yolculuk gene de imgelemi besleyen unsurlarla yüklü ve kimileri için keyif veren bir yolculuk türü sayılabilir bence.

Ayrıca eskiden birçok limanda yükleme ve boşaltma, gemi rıhtıma yanaşmadan, mavnalar ve layterlerle yapılırdı. Bu, yolculuk süresini daha da uzatan bir unsurdu. Sadece yükler değil yolcular da rıhtımdan gemiye küçük teknelerle ulaşırlardı. Profesör Faik Sabri Bey, gümrük muayenesinden sonra Telamon’a bir sandalla gider. Geminin kalkışı, bordasına yanaşmış mavnalardaki ceviz tomruklarının yüklenmesi uzun sürdüğü için gecikir. İstanbul’a hem yük hem de yolcu gemisi niteliğindeki bir başka gemiyle dönüşlerinde ise, kimse kendilerini karşılamaya gelmediği için, sandalcıya verecek paraları yoktur. Gemide kalakalmışlardır; sonunda bir sandalcıya durumu anlatırlar. Sandalcı “Beyim… Canınız sağolsun, ben sizi çıkarırım” der de öylece karaya çıkabilirler. Şirin Devrim’in ailesi ise, onu gemiye bindirmek ve uğurlamak için bir motor tutar ve kızlarını gemideki kamarasına yerleştirdikten sonra, borda iskelesinden motora inerek kıyıya dönerler. Motor gemiden uzaklaştıkça içindekilerle birlikte gittikçe küçüldüğü ve bir süre sonra artık sallanan mendiller görülemeyeceği için, Bayan Devrim’in motordaki kardeşi sırtından paltosunu çıkarıp sallamaya başlar.

Yüklerin çelik kutular içinde yüklenip boşaltılması nedeniyle limanda kalış sürelerinin kısalması, taşımacılık şirketleri için çok yararlıysa da şilep yolcuları için hayal kırıcıdır. Çünkü bir yandan limanda kalış süresi azalırken, bir yandan da, özellikle büyük limanlarda kutuyük rıhtımları kentin hayli uzağına taşınmıştır. Çoğunda, rıhtımlar üzerinde dolaşmak yasaktır. Kimi zaman, örneğin tankerler için, rıhtıma yanaşmak bile söz konusu olmaz. Gemi, karanın, çok uzaklarda bir çizgi gibi göründüğü bir mevkide, deniz üzerine inşa edilmiş ve üzerine borular döşenmiş iskelelere bağlanır.

Oysa Faik Sabri Bey sadece uğranılan limanları ziyaretle yetinmez. Yeterli zamanı olduğu için, biraz da mesleğinin verdiği merakla, limanın ardbölgesini de görmek olanağını bulur. Pire’den Atina’yı gezmeye gider. Girit’te birkaç gün kalırlar; o arada Knossos ören yerini görür. Lizbon civarında da geziler yapar. Şirin Devrim ise, Cezayir’in Oran Limanında, geminin rıhtıma bağlı olduğu günlerden birine rastlayan doğum günü akşamı, değişiklik olsun diye, diğer yolcular ve mürettebatla birlikte kentin müzikli ve danslı lokantalarından birine yemeğe gider; orada yerli halkla mürettebat arasında kavga çıkar, geminin kaptanı ve çarkçıbaşı tutuklanırlar. ABD Konsolosunun müdahalesi üzerine salıverilirler de ancak öylece gemi yoluna devam edebilir. Çok daha yakın zamanlarda, şileple Somali’ye bir yolculuk yaptığı anlaşılan Mehmet Yaşin, ne yazık ki bunu pek kısa anlatır. Yolculuğun uzun sürdüğünü ve maceralı geçtiğini belirtir ama ayrıntılara girmez, serüvenlerini anlatmaz ve tarihini de açıklamaz. Berbera limanında günlerce kalmıştır. Sadece kol gücüyle gerçekleştirildiği için çok uzun süren yük boşaltma sırasında günlerini, geminin pupasında balık tutmakla, balık tutmaktan sıkılınca da, kasabanın barında bira içmekle geçirir. ((Mehmet Yaşin, “Somali Unutulmuş Ülke”, Uzakname, 2. baskı, Doğan Kitap, İstanbul 2004. s. 191-192.))

* * *

Eski ya da yeni olsun, şilepler, yolcu gemilerine kıyasla, bana öyle geliyor ki, insanın imgelemini çok daha fazla uyarıcı özelliklere sahiptir. Örneğin Nazım Hikmet, Piraye İçin Yazılmış Saat 21–22 Şiirleri’nden birinde (20 Kasım 1945), Bursa Cezaevi’nde, kendisini herhangi bir gemiye değil bir şilebe benzetir:

“…
Bense hasretinle dolu
ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü
yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursa’da…”

Bir başka şiirindeyse, herhalde İkinci Dünya Savaşı’nda Alman denizaltıları tarafından batırılmış İngiliz gemilerini düşünerek şöyle yazıyor:

“…
Bahtiyarız
Yaşayabildiğimiz için
Herhalde çoktan öldürülmüştük
sen Londra’da olsaydın
ben Tobruk’da olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut…” (( “Bir Acayip Duygu” başlıklı şiirden: Nazım Hikmet, Nazım ile Piraye, Mektuplar 1, Adam Yayınları, Beşinci basım, İstanbul 1991. s. 168. ))

1950’li yıllarda Fransa’ya gidip gelen ve bu yolculuklarını anlaşıldığı kadarıyla yolcu gemileriyle yapan ((

Attilâ İlhan’ın Paris’e gidişlerinde İstanbul’dan Marsilya’ya kadar Batı Akdeniz seferini yapan gemilerle yolculuk ettiği anlaşılıyor. Hattâ bunlardan birinin adını da veriyor: Ankara vapuru. Bkn. Abbas Yolcu, Dost Yayınevi, Ankara 1957, s. 118 ve devamı; ayrıca bkn. Sisler Bulvarı’nda (7. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993) “başka adam” şiiri:

“istanbul limanından marsilya limanına kadar
kurşun döker gibi döktüm mısra mısra
bütün namuskâr
bütün insancıl şiirleri”

ve bu şiirle ilgili olarak “meraklısı için notlar” bölümünde yeralan açıklama (s.153).))

Attilâ İlhan’ın da birçok şiirinde şileplere göndermeler yeralır. Ama şilepler Attilâ İlhan’da, uzaksıl serüvenlerin, doğayla savaşımın, umutların, varsıllığın değil de sanki çöküşün, yoksulluğun, bunalımın, umutsuzluğun simgesi gibidir. Örneğin bir şiirinde, umutlarını yitirmiş biri, kendini batmakta olan bir köhne şilebe benzetir:

“…
bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
hani o sarışın kirpikleri saçaklı
yanağını viski bardağıyla serinleten
sonra nilây hani kafayı buldu mu ağlar
cam yeşili yasemin cıgara dumanı nursen
batan bu köhne şilepde ne işleri var” (aynen) ((batan bu köhne şileb…” (aynen), Korkunun Krallığı, 2. basım, Bilgi Yayınevi, Ankara1993. s. 20.))

Rüzgâr Gülü başlıklı şiirdeyse şair, bunaltıcı bir bekleyişi şu dizelerle dile getirir:

“…
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya’da yük bekliyorum” ((“rüzgâr gülü”,  Yağmur Kaçağı, 6. basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993, s 38. ))

Bir başkasında da sıkıntılı bir an şu benzetmeyle anlatılır:

“…
sabahlar olur bir türlü uyuyamam
içimde sanki şilepler çarpışıyor
yağmurda sis düdükleri” (“yağmurda sis düdükleri”, Elde Var Hüzün, 9. basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2001. s. 30.))

Kimi zaman, en tanınmış şiirlerinden birinde, “ben sana mecburum” da olduğu gibi şilep, soyut ama gene “umutsuz” bir imgedir. (( “bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden”, Ben Sana Mecburum,  4. basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1976. s. 101. ))

Bir başka düzlemde, Attilâ İlhan’ın senaryosunu yazdığı ve Ömer Lütfi Akat’ın yönettiği Yalnızlar Rıhtımı filminde, kahraman, herhalde Telamon’a çok benzeyen balta başlı, karpuz kıçlı, hayli yaşlı bir şilebin zabiti, belki de süvarisidir.

Demek ki şairlerin de, eylemli yolculukta olmasa bile şiirlerde bir imge olarak yeğledikleri şileplerdir. Sanıyorum ki batı yazınında da denizle, gemicilikle ilgili yapıtlarda çoğunlukla yük gemileri ön plana çıkıyor. Bu belki de şileplerin, eski şilep işletmeciliğinden -hattâ 19. yüzyılın yelkenli clipper’lerinden- kalan, ortak bellek öğeleri ve onların aktarılmasıyla oluşan mitoslar nedeniyle, serüven perspektifini daha fazla ön plana çıkarmalarındandır. Oysa örneğin Atlantik’in iki yakası arasında, ilkin yelkenlilerle başlayan ve XIX. yüzyılın sonlarına doğru buharlı gemilerle devam eden ve XX. yüzyılın ortalarına kadar mavi şeridin peşindeki görkemli motorlu gemilerle süren yoğun bir yolcu gemileri trafiği vardır. Bunun yanı sıra, Avrupa’yla Uzakdoğu ya da Güney Amerika ve Afrika Limanları arasında yoğun yolcu hareketleri 1960’lara kadar sürmüştür. Ama bunlar sanki yazarları fazla ilgilendirmemiş gibi görünüyor.

* * *

Ama artık sıradan yolcu için serüven de, şiir de bitmiş ya da bitmemişse bile iyice uzaklaşmıştır. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemem. Onun için en başa şunu yazmalıyım: bu öyküde olağanüstü hiçbir şey bulunmuyor. Ne tehlikeli bir seyir, ne gemici kavgaları, ne denizkızları… Ne de hattâ, klasik güzellikte bir gemi… Gerçekten, yolcuyu Hamburg’dan Reykjavik’e götürecek bu geminin, M/V Dettifoss’un, ne zarif bir borda çalımı, ne borda yüksekliği ile orantılı bir binası, ne karmaşık bir makara ve palanga sistemiyle donatılmış ve bir direğin dört yanına zambak yaprakları gibi açılan bumbaları, ne ahşap bir dümen dolabı, ne pirinç çemberle çerçevelenmiş üstelik kolu da pirinçten bir makine telgrafı, ne de mataforalara asılı bindirme kaplamalı ahşap can filikaları var. O güzel şilepler, şimdi sadece fotoğraflarda ve eski filmlerde kalmıştır. Bir yolunu bulup onlardan birinin fotoğrafını bu kitaba koyacağım.

Ayrıca Faik Sabri Bey’in yazdıklarına ve çektiği fotoğraflara bakılırsa Telamon, her zaman üniformalı ve kasketli süvarisi, beyaz üniforması sırtında, sekstantla geminin konumunu belirleyen ikinci kaptanı, hattâ lacivert gemici yakalı, kafadan giyilen, kaba ketenden beyaz ceketli ve geniş paçalı beyaz pantolonlu gemicileri, yolcuları yemeğe çan çalarak davet eden kamarotu; ahşap kaplı güvertelerinde güverte oyunları oynayan, ya da başında şapkası küpeşteye dayanmış ufku seyreden topuklu ayakkabılı zarif kadın yolcuları, güvertedeki şezlongları ile nerdeyse lüks bir yolcu gemisi havasındadır. ((Bu özelliklerin bir bölümü Faik Sabri Bey’in anlatısından, bir bölümüyse kitabının 15. sayfasındaki fotoğraflardan aktarıyorum. Ancak bu fotoğrafların her ne kadar Telamon’da çekildiği belirtiliyorsa da,  yazarın dönüşte Venedik’ten İstanbul’a gelirken bindiği Abbazia adlı hem yük hem de yolcu taşıyan bir karma gemide çekilmiş olmaları olasılığı da var sanırım.  Nitekim kitabın 13. sayfasında yeralan Telamon’un fotoğrafıyla karşılaştırıldığında bazı ayrıntılar bu izlenimi doğrular gibidir. )) Oysa M/V Dettifoss’ta, kaptan dâhil bütün mürettebat, kiminin paçaları kesilerek kısa pantolon haline getirilmiş blucinle ya da mavi işçi tulumuyla dolanır, ayrıca başlarında da inşaat işçilerinin kullandığı miğferler vardır. Güverteler sadece sacla kaplıdır, üzerlerinde şezlong değil, olsa olsa işte kıç güvertede sert plastikten bir iskemle vardır. Geminin konumu sekstantla değil, tarlada da kullanılabilecek GPS aygıtının ekranından saptanır. Birinci zabitin kollarındaki dövmeler ile kaptan köşkündeki haritaları ve bir de bitkisel elyaftan halatları saymazsanı geleneksel gemicilik kalıplarına ilişkin fazla bir şey yoktur ilk bakışta. ((Bilgisayar monitöründe izlenen sayısal haritalar da var gerçi, ama rota hâlâ dayanıklı kâğıda basılı haritalar üzerine kurşun kalemle işaretleniyor.))

Kısacası benim gemim, yeni ve etkinlik arayışının ön plâna çıktığı, bir kutuyük teknesidir. Geleneksel araç gerecin yerini yeni teknolojinin aldığı, geleneksel davranış kalıplarının yenileriyle değiştiği “çağdaş” bir gemidir. Ama hiç kuşku duyulmasın o da, onunla yapılan yolculuk da, coşku ve heyecan vericidir. Diğerleri gibi bu gemiyi de seversiniz. Ne olabilir, 21. yüzyılın birinci yılında üstelik yepyeni bir şileple yapılan bir yolculuğu, gene de heyecan ve coşku veren bir deneyim haline getiren? Sanırım eski ve “çalımlı” şileplerdekinin aynı: her gün, her saat, rengiyle, devinimiyle, her an yenilenen denizde, demek ki neredeyse boşlukta ve ayrı bir yer çekimi düzleminde hareket halinde olmak, enginlerin önünde, birbirini izleyen sükûnu ve rüzgârı yaşamak. Çünkü seyrin kendisi, başka hiçbir olağanüstü unsur olmasa bile bir serüvendir.  İçebakışı özendiren bir serüven. Demek ki özde değişen bir şey pek yok. “La mer, la mer, toujours recommencée” ((Paul Valéry, Le cimetière marin.))

Ömer Bozkurt

Ankara,2004