Yakın Tarihimizde Bir Gemi ve Süvarisi
[Bu yazı Hürriyet Gösteri dergisinin 2012 yılı Sonbahar (S. 307) sayısında yayınlanmıştır.]
Kitapevinin rafında rastlayınca heyecanla elime aldığım bir kitaptı.[1] Kapağında, S/S Ankara’nın seyir halinde iki fotoğrafıyla, süvarisi Şefik Kaptan’ın cayro pusula ikiziyle kerteriz alırken çekilmiş fotoğrafı albenisini arttırıyordu. Sırtta “Efsanevi Kaptan”ın bir portresi, arka kapakta da S/S Ankara’nın Rumeli Hisarı önünde seyrederken çekilmiş bir başka fotoğrafı vardı. Keyifli bir okuma ve o arada belki çocukluğumdaki heyecanlı birkaç günü anımsamak, yeniden yaşamak umuduyla kitabı alıp çıktım. Ankara “Vapuru” ve o gemide uzun yıllar süvarilik yaparak ün kazanmış Şefik Kaptan, çocukluk anılarım içinde yeralır. Ankara’yı kimi zaman, yatılı okuduğum ilkokulun önlerinde, Boğaz’da, Beşiktaş’la Ortaköy arasında, şamandıraya bağlanmış görürdüm. Karaköy’deki Yolcu Salonu’nun balkonundan ya da üstündeki Liman Lokantası’ndan, rıhtımdan ayrılışını ya da yanaşmasını seyrettiğim de olmuştu. Ama en önemlisi 1954 yazında, on bir yaşındayken, Ankara’yla, Annem, babam, ablam ve yeğenimle İstanbul’dan Napoli’ye gidişim ve dönüşüm olmuştur. Aynı yolculuğu ertesi yıl da tekrarlamıştım. Neredeyse altmış yıl önceki bu iki deniz yolculuğundan kimi görünümler ve vapurdaki çocuksu heyecanlarım belleğimde yeretmiştir. Bunlar arasında Adriyatik’in Akdeniz’le birleştiği sularda, Matapan Burnu’yla Messina Boğazı arasında yaşanan fırtına, gemicilerin limanlarda borda iskelesini indirmeleri ya da kaldırmaları, akşamüstleri geminin salonlarından birinde tahta atlarla yapılan at yarışı, en üst güvertede film oynatılışı, büyük boyutlu bir Akdeniz haritasında geminin aldığı yolun ve o anda bulunduğu mevkiin işaretlenmesi, kundaktaki yeğenimin beşik yerine kamaradaki şifonyerin açık çekmecesinde uyutulması ve pek hoşuma giden ama bir türlü çekingenliğimi aşıp arkadaş olmayı başaramadığım, yaşıtım, pek güzel bir sarışın kız özel bir yer tutar. Türkiye’de, ticaret gemiciliğinin yakın tarihinde önemli bir gemi ve o geminin ünlü süvarisi, yazar Osman Öndeş’in bu kitabının konusunu oluşturmaktadır. 1947-1980 yılları arasında Türk bayrağı taşıyan S/S Ankara, geçen yüzyılın 50’li ve 60’lı yıllarında Akdeniz’de seçkin bir gemiydi ve kamuoyunun çok ilgisini çekerdi. Yakın zamanlarda yayımlanan bir romanda[2] bu gemi, başlıca mekânlardan biri olarak karşımıza çıkar. Aliağa’da sökülüşünden yaklaşık otuz yıl sonra günümüzde hâlâ, denizcilik çevrelerinde, yayımlanan anı kitaplarında izine sıkça rastlanır. Bu güzel geminin bir özelliği de kamuoyunda bir süvari ile özdeşleştirilmiş oluşudur: Kaptan Şefik Gogen (1902-1989). Ankara’nın, ondan önce ve sonra birçok süvarisi olmuşsa da, hiçbiri onun kadar kamuoyunca bilinir değildir. Bu değerli denizci Cumhuriyet’in ilk yılında “bila-maaş mülazım kapudan” (maaşsız stajyer kaptan) olarak Gülnihal ve ardından Gülcemal gemilerinde mesleğe başlamış ve kamu hizmetinin son on-iki yılında (1949-1960) Ankara’nın süvariliğini yapmıştır. O yıllarda Devlet Deniz Yolları ilkin Ulaştırma Bakanlığının bağlı kuruluşu, ardından da bir iktisadi devlet teşebbüsü olan Denizcilik Bankasının işletmesi statüsündeydi, o nedenle gemi adamları da kamu görevlisiydi. Şefik Kaptan kamu hizmetinden ayrıldıktan sonra 80’li yaşlarının başlarına kadar, özel bir denizcilik şirketinde, Koçtuğ Denizcilik’te gerek fiilen süvari, gerekse yönetici olarak denizcilik yaşamını sürdürmüştür. Bir denizci yazar, bu gemi ve süvarisi hakkında şöyle yazıyor: “…S/S Ankara ve her yönü ile hepimize örnek gösterilmiş olan Şefik Gogen (…) biz Yüksek Denizcilik Okulu’nda öğrenci iken, birinden söz edilince anında diğerini çağrıştıran, bizim için masallar kadar uzak bir gemi ile olmayı hayal ettiğimiz bir kaptanın isimleriydi.”[3] Kitabın MalzemesiYazar Osman Öndeş’in bu kitabı, esas itibariyle Şefik Gogen’in arkada bıraktığı evraka dayandırılmıştır. Bunlar başlıca, mesleki notlar ve raporlar, resmi yazışmalar ve özel mektuplar ile sürekliliği, hacmi açıkça anlaşılamayan, muhtemelen gelişigüzel yazıya dökülmüş anılardır. Yazar bunları şöyle betimliyor: “1950 yılına ait çok küçük bir bloknota yazdığı günce”, “biri kiremit rengi plastik kapaklı Ece Ajandası olmak üzere dört adet ajanda”. Öte yandan bazı meslektaşlarının ve üçüncü şahısların kendisine ilişkin anılarıyla, yayımlanmış sınırlı sayıda gazete köşe yazısı ve nihayet kaptanın sicil dosyasındaki bazı belgeler de kaynak olarak kullanılmıştır. Bunlara bakarak, mükemmel bir monografi yazmak için herşeyin varolduğu söylenebilir. Ama sonuç biraz hayal kırıcıdır. Kitabın belgesel niteliğinin çok doyurucu olduğu söylenemez. Bu, ya yazara teslim edilen “üç büyük plastik torba dolusu” (s. xi) malzemenin göreli yetersizliğinden ya da ve daha kuvvetli bir ihtimalle, bu malzemenin iyi kullanılamayışından kaynaklanıyor olabilir. 1920’lerden 1980’lere kadar, XX. yüzyılın yarısından çoğunu kapsayan ve kuşkusuz çok önemli dersler taşıyan bir deniz yaşamının öyküsü bu kitapta sunulandan çok daha farklı olabilirdi; daha fazla sayıda belgeye ulaşılabilmiş ve bunların daha iyi kullanılabilmiş olması beklenirdi. Ne yazık ki Türkiye’de belgelik (arşiv) malzemesinin, bunlardan yararlanılabilecek biçimde muhafazası pek yaygın bir alışkanlık değildir. Az yazıyoruz ve pek az saklıyoruz. Bu ikincisi sadece kişiler için değil, kurumlarımız için de doğrudur. Kurumsal belleklerimiz de çoğu zaman beklenen faydayı sağlayabilecek nitelikten yoksundur. Kaptan Şefik Gogen’in öyküsü de belki kısmen bu nedenle daha ayrıntılı ve doyurucu biçimde yazılamamış olabilir. Gerçi kitapta kurumsal bazı belgelerden yararlanıldığı görülmektedir. Bunlar çoğunlukla sicil dosyasından alındığı anlaşılan terfi ve atanmalarına ilişkin belgelerle, tebrik ve teşekkür belgeleridir. Öte yandan kitabın sonundaki eklerde sicil dosyasından alınmış, hepsi 1926 yılı öncesine, mülazım kaptanlığı dönemine ilişkin beş belge daha bulunmaktadır. Kitaba Değer Kazandıran Unsurlar
Öte yandan denizcilik yaşamındaki ilginç anılar; Gülcemal vapuruyla Amerika’ya giderken Atlantik’te arızalanan gemi; İkinci Savaş sırasında, Tunç şilebiyle İstanbul’dan İskenderun’a yapılan seferlerin güçlüğü ve tehlikeleri; yolcu gemisi süvarisi olarak sorumlulukları, zor durumdaki Ardahan şilebinin yardımına gidişi gibi konular kitabı renklendirmektedir. Geminin sevk ve idaresindeki güçlükler, arızalar, fırtınada bozulan cayro pusula, bozuk yalpa ölçeri, eski tarihli haritaları kullanmaktan kaynaklanan güçlükler, farklı limanlardaki acentelerin, gemicilik şirketiyle liman otoriteleri arasındaki ilişkileri yürütme biçimlerindeki beklenmeyen davranış ve siyasaları da ilginç konular olarak dikkat çekmektedir. Bir süvarinin mesleğindeki güçlüklerin ne denli çok ve çeşitli olduğunu ve kimi zaman akla gelmeyecek unsurlardan (örneğin gümrük dışı kumanyanın, “bonded store” yönetiminden; bir yükleme işçisinin içtiği sigaradan…) kaynaklanan ne can sıkıcı ve maliyeti yüksek sonuçlarla karşılaşabileceğini göstermektedir. Bu anılar ve raporların içeriği, Şefik Kaptan’ın mesleğini yürüttüğü dönemlerden bu yana çok farklılaşan deniz taşımacılığı kipleri ile seyir ve haberleşme araçlarındaki değişme ve gelişmeler çerçevesinde, okuyucuya biraz da tarih kitabı keyfi vermektedir. Kömürün Tunç şilebine, hamal sırtında küfelerle yüklenmesi; GPS’in henüz varolmadığı bir dönemde sekstant ve kronometreyle mevki tayini, manevra sırasında süvarinin, başkasara üstündeki zabitle şimdi yapıldığı gibi telsiz telefonla değil, megafonla haberleşmesi, pek de uzak olmayan bir geçmişe keyifli bir dönüş olanağı sağlanmaktadır. Bunlar, meraklısı için bu kitabın değerini arttıran unsurlardır. Hayal KırıklığıNe yazık ki kitabı olurken, bu güzel konunun büyük ölçüde harcanmış olduğu izlenimi doğmaktadır. Temel eleştiri sanıyorum ki metnin kompozisyonuna yöneltilebilir. Kitap sanki belli bir plâna göre değil de, ne bulunursa konulmuş, rastgele kes-yapıştır yöntemiyle kotarılmış gibidir. Belgelerin, dolayısıyla bilgilerin aktarımında ne tematik ne kronolojik bir düzen izlenmiştir. Bu durum sadece rahatsız edici olmakla kalmamakta aynı zamanda, yazar atlasa bile, ciddi bir yayınevi sorumlularının gözünden kaçmaması gereken hatalara yol açmaktadır: Tekrarlar. Örneğin, s.40’ta yeralan beş paragraf, sadece birkaç sözcük değiştirilerek 132 ve 133. sayfalarda yinelenmektedir. Bu denli vahim olmayan daha başka tekrarlar da dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır; örneğin Dr. Nezih Neyzi’nin Ankara’nın sökülüşüne ilişkin anılarından bir bölümü hem s. xvi hem de s. 266 da yinelenmektedir. Konu dışına taşmalar da pek çoktur: örneğin kaptanın staj gördüğü Gülcemal vapuru dolayısıyla, bu vapurun eski sahibi White Star Line şirketi ve onun gemileri sayfalar boyunca anlatılmakta, şirketin afişi ve gemilerin fotoğrafları kullanılmaktadır. Eğer bu sayfalar Şefik Kaptan’ın yazdıklarıysa (bu husus yeterince açık değildir, yazar tarafından eklenmiş olduğu izlenimi edinilmiştir), belki ancak bir ek olarak kitabın sonuna konulabilirdi. Bir başka örnek: Konuyla tek bağlantısı Ankara gemisinde yolculuk etmiş olmak olan bir zatın Atatürk’ün sofrasında nasıl Kuran okuduğu, ya da anlattığı fıkralar uzun uzun (yedi sayfadan çok, s. 246-252) aktarılmaktadır. En başta ve en sondaki iki küçük gülünçlü hikaye en azından gemideki iki olaya değginse de, konuyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan ve altı sayfaya yayılan diğerlerinin “Efsanevi Kaptan”ın öyküsünde işi ne? Aynı çerçevede, bir dönem Avrupa güzeli seçilmiş bir hanımın Ankara ile yolculuğuna ilişkin bölümde, kitabın yazarının da bu hanımefendiyle daha sonra “muhtelif davetlerde karşılaştığı ve çok kısa bir sohbet” olanağı bulduğu kayda geçiriliyor, ardından ünlü bir işadamının o kişinin Avrupa güzeli unvanı alması üzerine askerde yaşadığı bir olay aktarılıyor. Bunların konuyla ilgisini kurmak doğrusu pek kolay değil. Öte yandan başlarda belli bir kronolojik düzen izlenirken, sonra bundan vazgeçilmiş gibidir. Ankara süvariliğinden sonra Koçtuğ gemi işletmesine ilişkin yaşantısı konu edilmekte, ardından “Kaptanın Masası” bölümünde tekrar Ankara’ya dönülmektedir. Şileplerdeki yaşamına ilişkin bölümde de buna benzer takdim tehirler mevcuttur. Kitabın Önsöz’ü de aynı açıdan ciddi biçimde eleştiriye açıktır: Bu önsözde, kaptanın doldurduğu bir “tercüme-i hal”den, yazdığı bir mektuptan parçalar, yazarın kitabı nasıl hazırladığına ilişkin bilgilerle, Süvariyi evinde ziyaretindeki duygularıyla, Türkiye Turing Kulübünün ve yayımladığı Belleten’in tanıtılmasıyla bir araya konulmakta; ardından geminin sofra takımlarının şimdi nerede bulunduğuna ilişkin bilgilerle bir telsiz zabitinin süvariye ilişkin bir övgüsü, pek kolayca kavranamayan bir mantıkla, biraraya getirilmektedir. Bu malzememin büyük bir bölümünün yeri önsöz olmamalıydı ve önsöz bu kadar karmakarışık kaleme alınmamalıydı. Eserin kaleme alınışı özensizdir: hangi paragrafların bizzat Şefik Gogen’in kaleminden çıktığı, onun anılarından ya da raporlarından alındığı, hangi paragrafların kitabı yazanın kaleminden çıktığı çoğu yerde belirsizdir. Yazar kimi alıntı paragrafları gerektiği gibi farklı puntolarla ve daha içerlek verirken, çoğunlukla bunu ihmâl etmektedir. Bir örnek olarak “Ankara” başlıklı bölümü ele alalım. Bu bölümün 137-145. sayfalarındaki metnin Kaptan’ın kaleminden çıktığı, belirtilmemişse de anlaşılabilmektedir. Ancak başlangıçtaki başlığı muhtemelen kitabı hazırlayan eklemiştir. Bir sonraki alt başlıkta ise gene hiçbir işarete gerek duyulmaksızın Şefik Kaptan’dan üçüncü şahıs olarak söz edilmeye başlanmakta, sonra da Kaptan’ın Claude Farrère’le ilgili anısı, bir alıntı olduğu vurgulanacak şekilde, demek ki bu kez gerektiği gibi, farklı punto ve içerlek paragrafla metne yerleştirilmektedir! Kimi zaman kitap sanki yazıldıktan sonra okunmadan matbaaya verilmiş izlenimi edinilmektedir: Kaptan’ın, Montreux Sözleşmesi ve Boğazlar’da kılavuz alma zorunluluğu konusunda yazdığı ilginç metnin sonuna eklenen paragrafın konuyla hiç ilgisi yoktur (s. 203 sondan ikinci paragraf). Eğer belgeler birbirine karıştırılmadıysa muhtemelen kitabın başka bir yerinden yanlışlıkla taşınmış olmalı. Öte yandan cümle yapılarında yer yer önemli aksaklıklara rastlanıyor. Bunların bir bölümü Kaptan’ın el yazısının yanlış okunuşundan kaynaklanıyor olabilir, ya da bizzat Kaptan yanlış yazmış olabilir; ama her iki halde de düzeltilmeliydi. Nihayet Şefik Kaptan’ı ve yaşamını anlatan bu kitapta, süvarinin ölüm tarihi yoktur. Bir de belki yazarın, herkesçe bilinmeyebilecek bazı mesleki sözcükleri (istim, mistral, travers vd.) açıklarken bazılarını (stevedor, lock, usturmaça vd.) açıklamaya gerek görmediği ya da unuttuğu belirtilmelidir. Bunlar kitabın üstünkörü hazırlandığını göstermektedir. Yazmazdan önce çok okumak gerektiğinin altı ne kadar çizilse azdır. Bu gibi kitaplarda görsel malzemenin kitabın değerine katkısı çoktur. Osman Özdeş’in çalışmasında da bir hayli görsel malzeme kullanılmıştır. Bunlardan bazıları ilginçtir, yerindedir, dikkat çekicidir ve neden daha büyük formatta kullanılmadıkları sorusunu akla getirir. Ama bir bölümü de gene “ne bulunduysa konulmuş” izlenimi vermektedir. Ayrıca alt yazıları kimi zaman uyumsuzdur: s. 6’da yeralan, geminin üst güvertesinde havalandırma manikalarının önünde çekilmiş bir fotoğrafta kim oldukları bilinmeyen bir subay, kruvaze ceketli bir adam ve kasketli bir okul çocuğu fotoğrafının altında “1949, Giresun Limanı” yazısı bulunmaktadır. Bir çelik işliğinde çekildiği anlaşılan ve insan boyunu aşan demir aksamın fotoğrafının altında “Titanic” yazısı okunmaktadır. Ve belki de en eğlencelisi: üniformalı Şefik Kaptan’ı ellerini kavuşturmuş kahkahalarla gülerken gösteren pek güzel bir fotoğrafın altında “Yolcuları eğlendiren komedyenler ve kahkahayla dolu saatler” yazılmıştır! Kuşkusuz iyi niyetle girişilmiş bu çalışma ve sonucu bu kitap, ne yazık ki, çok güzel bir konuda, hayal kırıcı bir ürün gibi görünmektedir. Yazarı, belki istediğince belgeye ulaşamamış olabilir. O zaman daha alçakgönüllü ölçülerde, ama en azından dolgu maddesi bulunmayan, konu dışına taşmayan, daha derli toplu bir kitap yapabilirdi. Belki daha özenli bir eklemlemeyle, daha seçici bir yaklaşımla daha doyurucu bir monografi ortaya koyabilirdi. Yazık olmuş! Ama bu çalışma gene de çok güzel bir gemiyi ve onun çok değerli süvarisini yaşatması nedeniyle, eleştirilebilir yönleri olsa da… övülmeli. 29.11.2011 [Bu yazı Hürriyet GÖSTERİ dergisinin 2012 Yaz sayısında (S. 307) yayınlanmıştır] |