Anılardan Bir Masal: Güngör Tekçe’nin Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman’ı

[ Bu yazı Cumhuriyet Kitap Eki’nde (S. 972; 2 Ekim 2008) s. 18-19’da yayınlanmıştır. ]

kapak_tekce

Anılar belki zaten bir tür masaldır. Geçmiş, bellekte kendiliğinden masalsılaşır ya da gerçekler bir masala dönüştürülür. Bu, süzülmüşlükten de kaynaklanıyor olabilir, unutma-bastırmadan ya da sadece tahrifattan da. Sözünü edeceğim kitap siyasal ya da mesleki anılar içermediğine göre, ayrıca yazarın anlatıda baş oyuncu değil daha çok seyirci konumunda bulunuşuna ve ben’i hiçbir satırda öne çıkarmayışına bakılarak, son iki olasılık herhalde bir yana bırakılabilir. Masalsılığın bir başka kaynağı anlatımdır, biçemdir. Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman’da[1] olduğu gibi bir şair anlatıyorsa masalın tadı bambaşka olabiliyor. Gerçekten süzülmüş bir yaşamın, iyice damıtılmış incelikli anıları yeralıyor bu kitapta. Ve bir yaşam alanı, -iki konak ve bahçeleri- bir dönem, bir toplumsal iklim, bir terbiye, bir kültür sanırım gelişkin bir duyarlılık ve ince bir şiirle aktarılıyor.

Barbaros Bulvarından Zincirlikuyu’ya doğru çıkarken sağ kolda, Yıldız Sarayı girişinin altlarında, viran –ve herhalde sağından solundan parçalar koparılmış, en azından istimlâke uğramış– bahçeler içinde iki harap konak görülür, biri ahşap, biri kâgir; öylece dururlar, eski İstanbul’un emanetlerindendir. Belki kurtulmayı ve tekrar şu ya da bu biçimde yaşamayı bekleyen iki yapı. Ertuğrul Tekkesi Külliyesindendir. İşte o ahşap yukarı konak ile kâgir aşağı konakta Sultan Abdülhamit dönemini, sonra Meşrutiyeti ve ardından Cumhuriyeti, bir de arada işgali yaşamış bir konak halkını şair Güngör Tekçe anlatıyor.

Konak, II. Abdülhamit’in de bağlı olduğu Şazeli tarikatının şeyhi ve yazarın dedesinin babası Hamza Zâfir Efendi’nindir. Ama Şazeli tarikatının Medeni kolunun niteliğinden mi, başka nedenlerden mi, konak halkı öğle sofu bir yaşam örneği sergilemez. Yazar “ne bu iki konakta ne de ailenin uzantısında  –kış mevsimi dışında– başını örtmüş ne teyze, ne hala ne de hattâ yengeyle” karşılaşmıştır; “evlerin ne içinde, ne sokakta.” Sadece mevlit okunurken ipek bir başörtüsü geçirirler”miş başlarına (s. 81).

“Beşiktaş’ı dünyanın merkezi sayan bir soyun” konaktaki yaşamına, Tekçe, 1940’ların başlarında, henüz çok küçük bir çocukken karışır. Yakalandığı kabakulaktan kurtulması için, çocuğu okuyup üflesin de sağlığına kavuşsun diye Şeyh Efendi’ye götürülmüştür. Ama çok daha sonra konağın misafirhanesine yerleştiğinde on dört yaşındadır ve on dokuz yıl orada kalır (s. 76). Dolayısıyla yazarın gördükleri kadar belki daha çok duyup öğrendikleri de yeralır bu anılarda, ve kimi geriye dönüşlerle, kimi çıkmalarla üç çeyrek yüzyıl belki daha uzun bir zaman dilimi sığar anlatıya.

O konakta kendi aralarında konuşan eşyalarla (s.17), birbirini kıskanan odalarla sofalarda (s. 26) yaşayan konak halkı, şöyle betimleniyor: “Üzeri tozla örtülmüş göller gibiydiler. Derin ve kıpırtısız. Tek bir susineğinin dokunuşuyla sarsılan ve toparlanamayan. Mekânları sabit, zamanları hangi kapıdan girsen boşluğa açılırdı. Bir gölge oyununda, arkalarda bir yerlere kondurulmuş, zor seçilebilen figürlerdi. Bedenleri saydam mıydı? Öldüklerinde çoktan ustalaşmış ölülerdi. Kuşgöçüren fırtınasının kanatlarına binip gittiler.” (s. 13)

Konak halkı, şeyh efendinin kızları, oğlu; amcalar, halalar, teyzeler, yengeler; birkaç da çocuk, evlatlıklar, ahretlikler, yanaşmalar, beslemeler; sonra konuklar, “cemaat”, konağa sığınanlar, gelenler gidenler; aileye giren azınlıklardan iki gelin… Günlük olayların sanki dışında ya da kıyısında yaşayan, onlardan hayli korunmuş ya da kopuk bir geniş aile: “Yaşamın iyisini de, kötüsünü de o kadar çok görmüşlerdi ki, önlerinden geçen, hatta onlara dokunan şeyleri uzaktan bir akarsuyu seyreder gibi izliyorlardı. Yaşama sevincinin kıyısına kadar uzanır, ağızlarını ıslatır, huzura dönerlerdi.” (s. 62).

Konaktaki kuttöre, sıradüzen, davranış kalıpları, hane halkının yapısı ilginç gözlemlerle anlatılıyor (s. 71-72);  konağı şenlendiren konuklar ki bunlar arasında, Türkiye siyasetinin, yönetim küresinin, sanat çevrelerinin birçok önde geleni sayılıyor (s. 78 ve devamı), konak halkının, dışarıdaki yakınlarının yaşamları birkaç çizgiyle aktarılıyor. Zâfir Konağında yolları kesişen bütün bu kişilerin meslekleri, toplumsal çevreleri, nereden gelip nereye yöneldikleri düşünülünce olağanüstü ve şaşkınlığa düşüren bir çeşitlilikle karşılaşıyor okur. Tekke ve zaviyelerin yasaklanışından birkaç gün sonra Mustafa Kemal’in,  şeyhin oğullarını Dolmabahçe Sarayında sofrasına daveti de, Cumhuriyetin başlarında kimi temel siyasaların ne denli incelikle yaşama geçirildiğine ilişkin çok anlamlı bir göstergedir.

Kitap, şiirli bir sonla bitiyor. Aforizmalar tarzında süzülmüş düşünceler ve son dizelerde Herakleitos’a bir selâm:

“…
Yoldan geçenler, tekrar geçenler, tekrar geçenler … Ne kalacak?
Sevişler, kopuşlar, hele o kopuşlar.. Ne kalacak?
Danteller, ipekler çeyizler… Ne kalacak?
Konaklar, köşkler, yalılar… Ne kalacak?
Tozkoparan fırtınası, Kocakarı Fırtınası, Kırlangıç fırtınası… Ne kalacak?

Ne kalacak
Sularda… o sularda
Önce akışın kendisi.   ”

Zâfir Konağına ve halkına ilişkin anılar, herhangi bir kronolojik sıra izlemiyor.  Yazar, hiçbir izi sürmüyor. Oldukça kısa bölümler, aralarında mutlaka bir olgusal bağlantı olmaksızın birbirini izliyor. Hattâ bir dipnot, çok güzel bir başka masalı katıveriyor kitaba. (2 sayılı dipnotta anlatılan –bu dip not tam bir sayfa kadardır- ana kızın, Didar ile Ayniye’nin öyküsü, bence Güngör Tekçe’nin anlatım ustalığının ve güzel Türkçenin –masal Türkçesinin mi?– üstün örneklerinden biridir.)

Kitapta adıgeçen kişilerin sayısının çokluğu ve bunların aralarındaki bağlantıların her zaman çok açık seçik belirtilmemiş oluşu, kimi okuru belki yorabilir, konak halkının yörüngeleri birbirine karışabilir. Ama amaç herhalde bunların her birinin tek tek konak halkının eksiksiz öyküsünü anlatmak, bir sosyometrik çizelge ortaya koymak değildir. Daha çok bir kolektif ruh halini; o sosyo-psikolojik ortamı ve onun içinde etkileşen bütünü hedef almaktadır. Kaldı ki geriye dönüşlerle yeniden okumalar da mümkün; buysa okuma zevkini çoğaltıyor.

Bu kitabı bir iki günde okumadım. Oysa öyle hacimli bir kitap değil. Kitabın sonuna bir albüm biçiminde eklenmiş fotoğrafları saymazsanız 107 sayfa. Demek ki işte beş altı saatlik bir okumadır. Biraz sanki, hani öyle olur ya, okuma hazzı sürsün diye, hemen bitirmeyeyim diye uzattım. Cebimde taşıdım. Orada burada okudum. Bir konser arasında, bir uçak yolculuğunda içinden bazı paragrafları birlikte konser izlediğim ya da yolculuk ettiğim arkadaşıma okudum. Sonra da bir gün o kitaptan birkaç nüsha daha satın alıp seveceklerini sandığım dostlarıma armağan ettim.



[1] Güngör Tekçe, Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman, YKY, İstanbul 2007. 136 s.